2 Haziran 2017 Cuma

Sıradan İnsanlar, Sıradan Hayaller

Her zamanki kafede,
Her zamanki köşesinde,
Elinde her zamanki okuduğu derginin yeni sayısı ve
Elinde her zamanki kahvesi ile mutlu mutlu otururken birden bir şeylerin ters gittiğinin farkına vardı. Tek tek düşündü ama eksik olan şeyin ne olduğunu anlayamadı.
Her şey aynıydı halbuki ama bir şeylerin eksik olduğundan emindi. Fakat değişenin ne olduğu hakkında uzun uzun düşünmeye başladı. Farkında olmadan 2 saat boyunca sadece tüm aklına gelen şeyleri gözden geçirdi. 2 saat onun için böyle boş boş oturmak uzun bir süreydi.
Belli bir süre sonra dükkanın sahibi yanına gelerek ters giden bir  şey olup olmadığını sordu. O da;
- “Ters giden bir şeyler var ama ne olduğunu anlayamadım.” dedi yüzüne bakmadan soruyu soran kişinin.
- “Kahveniz soğumuş belki de ters giden şey odur.” dedi gülerek dükkanın sahibi ve ekledi;
- “Ben size bir kahve getireyim en iyisi, benden olsun bu da.”
- “Teşekkür ederim ama ben insanlardan iyilik görmek istemem. Siz bana bir kahve daha getirin fakat ısmarlama şerefini bana bırakın da keyifle içebileyim.” der soğuk bir ifade ile.
- “Siz bilirsiniz, ben sadece biraz nazik olmaya çalıştım o kadar.”
- “İnsanlar nedensiz iyilik yapmazlar, bir de siz bunu neden yaptınız diye sorgulamayayım kendi kendime.”
- “Neden size iyilik yapmaya çalıştığımı düşünesiniz ki. Buraya alıştırmak için olsa ki ona da gerek yok. Her gün aynı saatte aynı yerde aynı kahve ve aynı dergi ile oturuyorsunuz. Daha fazlası çıkmaz sizden.”
- “Neyse ben kahvemi alayım en kısa yoldan”
Fakat ikilemde kalmamak için kahvesi gelmeden hesabı öder ve çıkar dükkandan. Eve doğru giderken arabasıyla mezarlığın yanından geçmektedir. Ani bir fren yaparak mezarlığa doğru döner. Mezarlığa girdikten sonra arabayı durdurur ve aniden iner. Yavaş adımlarla mezarların arasından geçerken tek tek mezar taşlarından isimleri okuyarak selam verir hepsine. “Bunca yıldır buradan geçip gidiyorum bir kere selam vermedim, kusura bakmayın. Artık her geçişte size selam vereceğim, halinizi hatırınızı soracağım.” der ağlayarak. “En sevdiğim insanlar sizlersiniz, dünyada kötülük düşünmeyen, yapamayan sevdiğim kısım sizlersiniz ama sizi de ihmal ediyorum.” diye bağırır kendi kendine kızarak. O anda uzaklardan bir ses “Sana da selam olsun” diye bağırır. O an korkudan ne yapacağını şaşırır ve rastgele sağına soluna bakmadan koşmaya başlar. Ama o kadar farkında olmadan hareket ediyordu ki sesin geldiği yöne doğru koşmakta olduğunun farkına bile varmaz. Bir anda tam karşısında zombiye benzer biriyle karşılaşır. Fakat hayatında hiç zombi görmediği için benzetemez onu zombiye. Ona bir selam daha verir ve ;
- “Sen canlısın ne işin var burada” diye bağırır.
- “Asıl sensin canlı, düzgün konuş benimle. Seni hayata bu kadar çok bağlayan sebep varken bir de bana canlı diyor utanmadan.”
-“Ne alaka.”
-“Araban var, telefonun var, güzel kıyafetlerin var, muhtemelen bir tane evin ve işin de vardır. Bende hiç bir neden yok hayatta olduğuma kanıt olarak.”
O an başında şimşekler çakar ve kafede düşündüğü şeyin cevabına erişmiş olduğunun farkına varır ama çakan şimşeğin bununla alakası yoktur, o gökyüzündedir. Sahip olduğu şeyler, dolayısıyla sorumluluğu artmıştı. Artık kafası estiği gibi hareket edemiyordu. İş, ev, araba, sevgili, arkadaşlar… Bunlar hepsi farkına varmadan da olsa hayatını kısıtlıyor ve istediği şeyleri yapmasına izin vermiyordu. Tüm her şey omzunda bir yüktü artık. Sorununu çözmüştü o an. Dilenci kılıklı, zombi adama sarılıp ağladı birden.
O an aklından geçenleri yapmak için sabırsızlanıyordu.
- Gereksiz insanlardan uzaklaşmak,
- İşinden istifa etmek,
- Evini, arabasını satmak,
- Gerekirse sevgilisinden ayrılmak. Bunda bir olasılık ihtimali bırakmıştı çünkü çok da yalnız kalmak istemiyordu (O anda yine bencil bir insan gibi davrandığının farkına vardı ama sevgilisinin cevabını tahmin ettiğinden dolayı biraz vicdanı rahatladı). Sevgilisini bir eşten çok dost olarak görmek istiyordu aslında. Her şeyi ona açmak, dertleşmek ama sonrasında bunları unutmasını istiyordu. Dost dediğin bunu gerektirmekteydi. İlerde yüzüne vurulmasını istemiyordu hatalarının, kimsenin umurunda olmak istemiyordu. Yargılanmak değil öylece kabullenilmek isteniyordu.

Sadece kitaplarını ve bilgisayarını alıp bir dağ evine kapanmaktı isteği. Bilgisayarda sadece müzik, film olsun yeter. Bir de bol miktarda kahve lazım tabi ki. Haftada bir yiyecek almak için şehre inecekti ve bunun için de bisiklet almayı düşündü.

Hesap yapması gerekiyordu, yanlışlıkla da olsa 30 yıl boyunca yaşasa ne kadar para onu idare ettirebilirdi. Ev, araba ve bir miktar parası vardı. Tahminine göre yeter de artardı bu para onun için ama garantiye almak ve bir daha insanlara muhtaç olmamak için hesap yapmak istedi.

O an içini bir huzur kapladı. Bu istediklerini yaparsa ondan keyiflisi olmazdı artık. Arabasına son kez tiksinerek bindi, seviyordu aslında onu ama hayatta omzundaki yüklerden birisi de oydu. Arabasına bindi ve evine doğru yola koyuldu, bilmiyordu ki belki de bu arabasıyla son yolculuğuydu.

Yazar : Muhammed Oğuzhan Yalçın

13 Mart 2017 Pazartesi

Taraflı Hislerimizin Esiriyiz!

Tuttuğum düşünce yenilirse acaba kendimi aptal hissedeceğim için mi bu kadar zorluyorum şartları. Benim tutmadığım düşünce dünyayı daha güzel hale getirecekse benim aptal duruma düşüp düşmemem ne kadar önemli olabilir ki? 

İnsanoğlunun tarih boyunca kabul gördüğü, değiştirilemeyeceğini savunduğu ve dahası bir şekilde doğruluğundan emin olduğu bir takım düşünceleri vardır. Bu değiştiremediğimiz, bir türlü sorguya açamadığımız kalıplarımızın doğru olmasından ziyade doğru çıkması bizim için daha önemlidir.

İçimizde bu iki kalıp kavga eder dururlar. Bizim istediğimiz düşüncenin kazanmasını ötekinin ise kaybetmesi için savaşırız sürekli. Hiç durup bir kaç dakika neden böyle olmasını istediğimizi, böyle olmazsa ne olacağını sorgulamayız.

Nasıl kendi içimizde tuttuğumuz düşüncelerimiz varsa toplum içinde de tuttuğumuz siyasi partiler, futbol takımları, izlediğimiz daha başka bir çok olay var. Bir şekilde bizim tuttuğumuz, sevdiğimiz taraf hep doğru iken diğer tarafa hep şüpheciyiz. Hatta çoğu zaman bizim tutmadığımız o karşı taraf şikeci, yalancı, düzenbaz, vatan hainidir. Öyle ki bundan şüphe duymayacak durumdayız, eminiz. Halbuki bunu destekleyecek ne kanıtımız ne de gözümüzle bir şeyleri görmüşlüğümüz var. Bir şekilde hislerimiz mantığın sorguladığı her şeyin önünde, son derece kendinden emin.

Bu durumun tarih boyunca insanoğlu olarak çok zararını görmüşlüğümüz de vardır ancak bir türlü değiştiremiyoruz.

Tarihte bu duruma en güzel örnek bilinen en büyük siyasi skandallardan biri olarak değerlendirilen Fransa Hükümeti'nin 1894'de Albert Dreyfus adında Musevi bir subayı casusluk suçuyla yıllar sürecek bir hapis hayatına mahkum etmesidir.

Hikaye bir çöp kutusunda Fransa'ya ait gizli bilgilerin yazdığı bir kağıdın bulunması ile başlar. Kağıttan anlaşılan şuydu ki birisi Almanya'ya casusluk yapıyordu. Hükümetin mektuptaki el yazısı benzerliğinden Dreyfus'u şüpheye maruz kalmayacak şekilde şuçlu bulup, mahkum edilmesine karar vermesi çok uzun sürmedi. Bu kadar düzmece bir mahkeme ile kısa bir sürede suçsuz bir insanın hükümet ve onu savunan halk tarafından bu kadar kolay suçlu ilan edilmesinin tek nedeni o dönemde Fransa'da yaşanan Musevi karşıtlığıydı.

  Yukarıda Dreyfus'un Nişanlarının sökülerek ordudan atılma töreni resmedilmiştir.  

Dreyfus'un masumiyetinin ispatlanması ve beraat etmesi tam olarak 12 yıl sürdü.

On iki yıl sonra gerçek suçlu bulundu, cezasını aldı ama masum bir insanın hayatından on iki senesini almış oldunuz. On iki senesiyle beraber tüm itibarını, saygınlığını, haklarını da elinden almış oldunuz.

Dönemin Nobel Ödüllü yazarlarından Roger Martin du Gard'ın olayla ilgili meşhur sözünü buraya eklemeden geçmek istemiyorum. 

 "Bu yüzyıl Devrimle başlayıp, Dreyfus Davası ile kapanan dikkate değer bir yüzyıldır! Ama belki de çöplüğe atılacak bir yüzyıl olarak anılacaktır." 

Dünyayı değiştiren Fransız devriminin başladığı toprakların aynı zamanda böyle utanç verici bir olaya sahne olmuş olması cidden trajedidir.

Çok tanıdık gelmedi mi?

On sene boyunca terörist diye bildiğimiz, bir günde onlarca kişiye müebbet hapislerin verildiği davalar yine bir günde düşüverdi.

Biz gözümüzle görmedik terörist olduklarını ama okuduğumuz yazarlar, dinlediğimiz, güvendiğimiz siyasiler bundan emindi. Onlar delilleri görmüştü ve bu bize yeterdi. O insanlar teröristi, vatana ihanet etmişlerdi ve hatta müebbet hapis yetmezdi idamdı onların hakkı.

Bazen düşünüyorum. Bu nasıl olabiliyor? Bu gibi taraflı hislerimiz nasıl oluyor da tüm gerçeklerin önüne geçebiliyor, sağduyumuzu esir edebiliyor ve bizi böyle kör kuyulara atabiliyor.

Bunu aslında sadece hükümetler ya da yetkili birimler yapmıyor. Bizler de günlük hayatımızda her daim bu hislerimizin esiri olmuş durumda yaşıyoruz. Örneğin bir ekipte lider ya da yönetici pozisyonundasınız. Ekibinizden size bir sorunla ilgili iki öneri geldi. Biri sevdiğiniz bir çalışanınızdan diğeri ise çok da haz almadığınız belki mecburiyetten bir arada bulunduğunuz diğer elamandan. Muhtemelen ikinci seçeneği çok da fazla irdelemeden elediniz. Belki de çok daha iyi bir seçenek sizin taraflı hisleriniz tarafından çöpe atıldı.

Kendi içimde buna neden olan şeyi bulmak için çok zorluyorum kendimi. O her neyse biran önce ondan kurtulmak ve yaşadığım hayatı daha berrak bir hale getirmek istiyorum.

Tuttuğum düşünce yenilirse acaba kendimi aptal hissedeceğim için mi bu kadar zorluyorum şartları. Benim tutmadığım düşünce dünyayı daha güzel hale getirecekse benim aptal duruma düşüp düşmemem ne kadar önemli olabilir ki?

Taraflı hislerimi köreltebilmiş, karar verirken ön yargılarımın üstesinden gelebilmiş ve hatta yanlış karar verdiğimi düşündüğüm zaman IQ mu sorgulama ihtiyacı duymadan rahatlıkla "Evet bu yanlış bir kararmış,şu an doğruyu görebiliyorum" diyebilmeli hatta bu doğrunun da asıl doğru olmama ihtimalini göz ardı etmeden hayatıma devam etmek isterim.

Peki  sizlerde de var mı taraf tutan hisler? Nasıl baş ediyorsunuz onlarla? Onların esiri misiniz yoksa hiç umurunda olmayan sağduyulu bireyler misiniz



3 Mart 2017 Cuma

BİR AYDA EN FAZLA KAÇ KİTAP OKUYABİLİRSİNİZ?


Buyurun hep beraber bu soruyu masaya yatıralım.

28 gün çeken Şubat ayında 30-35-32 kitap okuyabilenleri görünce bu soru benim kafamı kurcalamaya başladı.

Kitap okumak da mı bir tür yarışa döndü sadece sayılarla mı ilgileniyoruz?

Belki de ayda 30 kitap okuyabilen de gerçekten her okuduğunu sindirebilmiştir. Mümkün müdür bu?

Bunun ideal bir sayısı var mı sizin için ya da aylık tutturmak istediğiniz hedefleriniz?

Bir ayda bu kadar kitap okuyabilenler peki bu işi nasıl yapıyorsunuz? Gününüzü, işinizi nasıl planlıyorsunuz? Bir günde kaç saat kitap okuyorsunuz? Bizimle paylaşır mısınız?

Yorumlarınızı, fikirlerinizi merakla bekliyorum... İsterseniz buraya yorum bırakın isterseniz de instagram hesabımızda paylaşımın altına... Tercih sizin..

Sevgiler...







2 Mart 2017 Perşembe

Kırmızı Saçlı Kadın



Kısacık süren bir aşk hikayesi insanın tüm hayatını etkiler mi ? 30 yıl boyunca döne dolaşa aynı şeyleri düşünür mü ? Ve yine aynı noktaya getirip hayatının sonu olur mu ?



Öncelikle oldukça enteresan bir roman okuduğumu ilk yüz sayfada anlayamamıştım. Olaylar sürekli eski masal ve efsanelerle bağlanıp aktarılmaya çalışılmış. Aynı masallar ve efsaneler dönüp duruyor kitap boyunca. Başlıca anlatılmaya çalışılan nokta eski efsanelerde işlenen konuların aslında günümüzde de yaşanan olaylar olduğuydu. Sophokles'in Kral Oidipus eserine ve Firdevsi'nin  Şehname'sinde yer alan Rüstem ve Sührap bölümüne genişçe yer verilmiş. Baba-oğul ilişkisinin bu eserlerde nasıl işlendiği ve nesiller boyu efsanelerin bizi nasıl etkileyebileceği anlatılmış.

Kitapta ''küçük bey'' Cem'in kuyu kazan Mahmut Usta'nın yanına çırak olarak verilmesi ve arazide su aramak için gittikleri küçük bir kasabada kendinden yaşça büyük tiyatrocu bir kadına aşık olması ile başlıyor olay örgüsü. Hikaye oldukça ilginç ilerliyor ve yok artık bu nasıl iş sesleri kafanızda yükselebiliyor. Hikayenin sağlam ve iyi olduğunu düşünsem de kitabın anlatımı için aynı şeyi söyleyemiyorum.

Biliyorum Orhan Pamuk, farkındayım Nobel ödüllü yazarımız. Edebiyatçı değilim dil bilgisi üzerine ahkam kesecek değilim. Ama okurken olayların akışı yani ilerleyişi epey yavaşlattı beni. İlk yüz sayfa abartmıyorum aynı şeyler dönüp duruyor aynı eserlerin aynı kısımları sürekli anlatılıyor ve insanı iten kitabı elimden bıraktıran bir hal aldı. Sonrasında farklı karakterlerin dahil olması ile hikaye biraz canlansa da yine sorularım yarım kaldı. Örneğin Cem'in annesi ilk sayfalarda sürekli anlatılırken kadın bir anda ortadan yok oldu. Hikayeyi bir insanın başına gelebilecek en talihsiz olay diye tanımlarken karakterlerin o derinliği o kadar yansıtamamış olması üzdü beni. Konusu çok güzel bir film izlemiş ama oyunculuk yüzüne imdb'de 7 altında kalmış bir film gibiydi. Ama yine de okuyun fikriniz olsun.

Sevgiler, BNG.

1 Mart 2017 Çarşamba

Silüetler Atlası Anadolu - Feyyaz Alaçam

Silüetler Atlası Anadolu'yu Zimlicious'un bloğunda gördüm ilk. Anadolu'yu gezme hayaliyle yanıp tutuşan ben bir çeşit gezi kitabı buldum diye sevindim. İlk kitap alışverişimde sipariş ettim. Beklentim Anadolu'nun güzel yemeklerini, güzel yerlerini anlatan, geziye çıktığımda görülmesi gereken yerler listemi hazırlamayı umduğum bir kitapla karşılaşmaktı.

Kitabı elime alıp birkaç hikayeyi okuduktan sonra önce şaşırdım sonra cidden utandım.

Elimdeki kitap şiir tadında güzel Anadolu'mun güzel insan manzaralarını barındıran, duygunun düşüncenin nakış gibi işlendiği kısa hikayelerden oluşuyor.


Kitapta Feyyaz Alaçam kimdir diye bir bölüm aradım ama yoktu.. İnternette bir süre gezindim hakkında bilgi toplayabilmek için. Feyyaz Alaçam çok genç bir yazarımız ve Silüetler Atlası Anadolu üçüncü kitabı. 18 yaşından beri bisikletiyle gezen bir yolcu kendisi.

Feyyaz'ın ruhunun dinginliği, bilgeliği her sayfaya sirayet etmiş. Okudukça huzur buluyorsunuz... Öyle yemek içmek gibi geçici tatlarla işi yok Feyyaz Alaçam'ın. Yukarıda utandım dememin sebebi buydu. Ne kadar da geçici zevklerin peşindeyiz diye düşündüm uzun uzun.


Unutmak istemediğim bölümlerden alıntıları aşağıya ekliyorum. Silüetler Atlası Anadolu'yu okuyacaklara keyifli okumalar dilerim.


  • Güneş yer değiştirdikçe öğreniyordum bir şeyleri, eski kelimelerin anlamlarını bir bir kapı dışarı edip yeni anlamlar yazıyordum o kelimelerin hüviyetlerine.



  • Işığın kaynağı güneş değildir, ışık, insanın içinden yayılır evrene...



  • Bana göre, "Doğulu" aslında "Batısız" demekti, "Batılı" da aslında "Doğusuz". Bir "yolcu" olarak yön kavramı, benim için sifon sesinden daha çekici değil.



  • Kötü hava yoktur Fernando! Yağışlı, sıcak veya soğuk hava vardır. Ve daha önemlisi hazırlıksız insan vardır.



  • Hem yaşamak, ateş yakmaktan başka nedir ki?



  • Bir "kötü"nün olması, "iyi"nin bulunmasına teşvik eder insanı. Fakat iyinin "iyi" olduğunu anlamak için insanın sakin bir ruh haliyle, kavgasız bir şekilde bulunduğu durumu algılamaya çalışması yeterlidir.



  • Bir de eşim vardı yanımda(ses etmeyin, devlet mührü olmadan, sözleşmesiz, şahitsiz ve mahitsiz eş olduk biz Cihanların Aziz Meyvası ile. Ve yanlış anlamayın sakın, bir hutbe de okunmadı arkamızdan, yan yanalığımızı bizden daha çok kutsayacak).



  • Banka cüzdanlarında yazan rakamların soyut rakamlar olduğunu unutan ve parayı bir inanç biçimi haline getirmiş olan insanların yeri yoktu masamızda. İstersen sineğe tap! Ama paraya değil arkadaş! Ya da git, biraz uzakta bütünleş rakamlarınla.


24 Şubat 2017 Cuma

Benim Ahmed'i gördünüz mü?

.....

Karargahın içinde: "Kudüs düştü!" sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut'a, Şam'a, Halep'e göz yaşlarımızı hazırlamak lazımdı.

Artık yalnız Anadolu'yu ve İstanbul'u düşünüyorduk. İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine, Allahaısmarladık!

....


İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:

-Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor.

Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini?

Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolunun aksini gösteriyor:

-Bu tarafa gitmişti,diyor.

O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdad'a mı?

Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın: Ahmed'imi gördün mü?

Hayır... Hiç birimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. En alasından cehennemi gördü.
....
Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!
....

Birinci Dünya Savaş'ından Falih Rıfkı Atay'ın kaleminden bir anı. Cemal Paşa komutasındaki ordu Suriye cephesinde İngilizlere yenilmiş dönerken.

Zeytindağı Nerededir?

Kudüs'un doğusunda bir tepedir.
....

Bir Tük Kudüs'ü yoktu. Bir Arap Kudüs'ü var mıydı? Hayır. Ne Katolik, ne Ortodoks, ne de Yahudi Kudüs'ü! Kudüs Haçlı alemli, Davud mühürlü sancaklar altında göze görünmez orduların sessizce alıp verdikleri bir yer. 

....

Şuradaki yazımda da bahsettiğim gibi Falih Rıfkı Atay Birinci Dünya Savaş'ı anılarını Zeytindağ'ı kitabında yazmış. Her satırında giden her Ahmed için içiniz sızlaya sızlaya okuyacağınız bir kitap.

Bir imparatorluk nasıl gümbür gümbür enkaza döner, bir millet göz göre göre nasıl felakete sürüklenir? Yanlış hesaplar, yanlış kanunlar daha da vahimi kanunsuzluklarla bir son nasıl hazırlanır sorusunun cevabı var bu kitapta.

Dahası bu millet böyle bir enkazı kaldırmış, yerine Cumhuriyet'i kurmuş,
Israrla okumanızı öneririm...

Sevgiler...



15 Şubat 2017 Çarşamba

Dedemin Bakkalı - Şermin Çarkacı

Şermin Çarkacı okumak bana çok iyi geliyor. Çocuğumu yetiştirme konusunda güzel umutlar aşılıyor. Bunu bazen kitapları ile bazen de sosyal medya paylaşımları ile yapıyor.

Birçok uzman bangır bangır bağırıyor; çocuklarınızla nitelikte zaman geçirin, onların dilinden konuşun, onlara zaman ayırın. Bizim için özellikle anne-baba gün boyu işte, çocuk ise bakıcıda,kreşte ya da büyükannede olan aileler için bu söylenenleri yapabilmek zorlaşıyor. Çalışan kadınız, belki çoğumuz çocuğuyla hafta içi sadece bir iki saat vakit geçirebiliyor.  Doğru olanı biliyoruz ama bunu pratikte nasıl hayata geçirecez kaygısı var hepimizde.

Bu noktada devreye Şermin Çarkacı girdi ve çocuklarımızla nitelikli zaman geçirmemizi öneren uzmanlara ek olarak bunu çalışan bir anne 'nasıl yapar?' ı uygulamalı olarak göstermeye başladı.

"Nitelikli zaman" dediğimiz bu havalı cümlenin içini doldurdu. Basit oyun fikirleriyle amaç her zaman onları eğitmek değil aynı zamanda beraber anı biriktirmek, eğlenmek, gülmek.

"Dedemin Bakkalı" beni unuttuğum çocukluğuma götürdü. Okudukça bazı şeyleri gerçekten unuttuğumu ve yıllardır sanki ben hep yetişkinmişim, hiç çocuk olmamışım gibi hissettiğimi fark ettim.

İnsanın ruhu hafifler mi bilmiyorum ama benim hissettiğim buydu. Sanki biri üstümdeki kalın battaniyeyi yavaşça aldı götürdü. O günlerin neşesi, hareketi,  heyecanı geldi oturdu evime, işime, hayatıma...

"Dedemin Bakkalı" için Şermin Çarkacı yazarken en keyif aldığım kitap diyor. Ben de bir okuyucu olarak okuduğum en keyifli kitaplardan biri diyebilirim.

Kitapta Şermin Çarkacı'nın köy bakkalı olan dedesinin yanında yazları çalışırken biriktirdiği anılarını cin fikirli ve son derece girişimci ruhlu küçük Şermin'den dinleyeceksiniz. Biz yetişkinlere bir de çocuk gözüyle bakalım.

Kitaptan sevdiğim en güzel cümle: "Çocuk kalbi affeder ama asla unutmaz!"

Şimdiden keyifli okumalar...


3 Şubat 2017 Cuma

KANUN NEDİR?

Bir millet yüz sene de hiç mi değişmez, hiç  mi ders alınmaz hayretler içerisinde kaldım. Beş on değil yüz senedir meselemiz aynı, değişmiyor, değiştiremiyoruz. 

Bu sıralar Falih Rıfkı Atay'ın Zeytindağı'nı okuyorum.

Falih Rıfkı Birinci Dünya Savaşı'nda 4.Ordu Komutanı Cemal Paşa'nın emir subayı. Cemal Paşa İttihat ve Terrakki'nin üç liderinden biri. Diğerleri Enver Paşa ve Talat Paşa.

Falih Rıfkı Osmanlı'nın son gençlerinden olarak saltanatın son zamanları ve Cumhuriyet'in ilk zamanlarını yaşamış, savaşın sıcak geçtiği bölgelerinde Kudüs ve Suriye'de görev yapmış.

Zeytindağı Atay'ın anılarını yazdığı kitabı. Bence gelecek devirlere ibret olsun diye kaleme alınmış.

Sizleri de etkiler mi bilmiyorum ama  Cemal Paşa ile ilgili aktardığı bir anısı tüylerimi diken diken etti. Aşağıya kitaptaki bölümü aynen ekliyorum.



KANUN

- Efendimiz kanunu getirdim.
- Ne kanunu?
-Bir mesele için emir buyurmuştunuz. Halbuki elimizdeki kanun sarihtir, bu mesele emriniz gibi halledilemez.

Yaverine dönerek:

-Bana bir müsvedde kağıdı getiriniz!

Ve hemen Harbiye Nazırlığına müstacel (ivedi) bir telgraf: "Şu numaralı kanunu hemen bu şekilde değiştirerek bana metnini müstacel telgrafla bildiriniz."

Bir kumaş bile bu kadar kolay ısmarlanmaz.

Yukarıda bürokrasiden şikayet etmiştim. Bütün şikayetler doğru olabilir: Fakat Büyük Harbin (Birinci Dünya Savaşı) kanun kafası, bürokrasi kadar zararlı idi.

Meşhur Kavur:

-En fena chambre, en iyi antichambre'dan daha iyidir, demiş.

En fena kanun, en iyi kanunsuzluktan daha iyidir, denebilir. En doğrusu kanunun iyi yapılması olduğuna şüphe yoktur.

Kanuna güvenlik ve saygısı olmayan yerde zarar o kadar büyüktür ki, hiçbir fena kanun, memlekete o kadar ziyan vermez.

Cemal Paşa Boyacıköyü'ndeki yalısındaki son günlerinden birinde:

-Bir şey yapmak istiyorum, kanun karşıma çıkıyor. Kanun nedir? Ben yaptım, ben bozarım.


Bu Enver'in bir sözünü hatırlatır:
- Yok kanun, yap kanun!

Der ve anlamayanlara izah ederdi:
-Yaparım olur, bozarım olmaz!

31 Ocak 2017 Salı

Müptezeller - Emrah Serbes

Müptezeller'i iki gün içerisinde okudum. Dili çok akıcı ve anlatılan olaylar gerçekten de yaşanmışlık tadında. Ana karakterin gerçekte var olan birinden alındığını hatta bu kişinin kitabın yazarı Emrah Serbes olduğu düşüncesi kitap boyunca epey ağır bastı.

Adı üstünde Müptezeller. Ne demektir bu müptezel şöyle bir tanımlayalım. TDK der ki saygınlığını yitirmiş, çokluğundan dolayı değerini yitiren, değersiz anlamına gelir müptezel. Ne yazık bir grubun kendini böyle hissetmesi ve böyle adlandırması. Bu kitapta hayatın en dibine girmiş oradan bir türlü çıkamayan açıkçası çıkmak için çok da çabalamayan bir takım insanların hayatından alınmış bir parça olaylar zincirini okuyorsunuz.

Kitabın içeriğine bir kaç yorum yapmam gerekirse en şiddetli hissettiğim duygu ana karakteri iyi bir pataklayıp sonra karşısına oturup ona nasihatler vermek istedim çünkü  bir türlü kendini toparlayamaması ve olayların sürekli onu dibe çekmesi; ya biri çıksa da şunun karşısına omuzlarından tutup iyi bir silkelese dedirtti.

Kitabı tesadüfen bir raftan elime aldım, arkasındaki yazıyı okudum ve satın aldım. Epey okuyanı varmış haberim yok. Bir paragraflık bir kısım beni epey etkiledi ve kitap boyunca da düşündürdü. Gerçekten bazı şeylerin akışına kapılıp kendimizi kaybediyoruz.

Sanki altmış yıl yaşayacağımızın garantisi varmış gibi ileriye dönük yatırımlar yaparız da yarın deprem olacağı ihtimali hiç aklımıza gelmez. Her şeyin planını yaparız da hayatın bize yaptığı planları hiç düşünmeyiz.

Müptezeller'i mutlaka okumalısınız size katacağı bakış açısı oldukça önemli ve sizi biraz isyankar yapsa da okumaya değecektir emin olabilirsiniz.

Sevgiler, BNG.

30 Ocak 2017 Pazartesi

Şimdiki Çocuklar Harika, Aziz Nesin


Bugün eskilerden bir kitap seçtim. Okumakta çok geç kaldığım ama tekrar tekrar okumak istediğim kitaplardan biri. Şimdiki Çocuklar Harika - Aziz Nesin.

Aziz Nesin şüphesiz Türkiye'nin en tartışmalı yazarlarından biridir. Seveni kadar sevmeyeni de çoktur. Tartışmalı yönlerini bir kenara bırakalım ve sadece Şimdiki Çocuklar Harika kitabına bakalım. Ben bu kitabı okuduktan sonra çok şey kaçırdığımı fark ettim. Neden daha küçük yaşlarda bu kitapla tanışmadım ki?


Ben çocukken babamın kitapları evde yer olmadığı için kolilerin içinde dururdu. Kardeşimle iki meraklı olarak o kolilerin içinde kendimizi kaybetmişliğimiz çoktur. Ben o kolilerde bir çok Aziz Nesin kitaplarının da olduğunu hatırlıyorum hayal meyal ama nedense hiç merak edip de okumamışız. Sonra acaba babam neden okuyun bunları diye önümüze koymamıştır bir ara bunu da kendisine soracağım....

Zeynep ve Ahmet adında ilkokul 5. sınıf çocuklarının birbirlerine yazdıkları mektuplardan oluşuyor kitap. Onların gözüyle ailelerini, öğretmenlerini okuyorsunuz. İnanılmaz eğlendim okurken. Kendi ilkokul yıllarımda gezdim durdum sürekli.... Bazen o kadar sesli güldüğüm anlar oldu ki eşimin tuhaf bakışlarına maruz kaldım.

Aziz Nesin kendisinin de dediği gibi zor olanı başarmış... Yani çocuklara bir büyük olarak öğüt vermeyi değil de onlar gibi bakmış dünyaya ve onların gözünden yazmış her şeyi.

Kitapta iki bölümde inanılmaz eğlendim birincisi Ahmet'in yazdığı "Amerika'yı Yapan Mimar". Aziz Nesin bu hikayede ezberci eğitimin çocukları ne hale getirdiğini o kadar komik anlatmış ki...Hatta Hababam Sınıfı'nda Kemal Sunal'ın müfettiş ile unutulmayan bir sahnesi vardır. İnek Şaban sorulan tüm sorulara yanlış cevap verir en son  müfettişi de şaşırtır. Müfettiş sinirlenip sınıftan çıkar. O sahne bu hikayede geçiyor. Bu kitabın basımı 1967. Yani Hababam Sınıfı filmlerinden önce ancak bildiğiniz üzere Hababam Sınıfı da Rıfat Ilgaz'ın romanından filme uyarlandı. Rıfat Ilgaz'ın kitabını okumadım. O sebeple bu sahnenin onun kitabında olup olmadığını bilmiyorum. Bu sahne Aziz Nesin'den mi yoksa Rıfat Ilgaz'dan mı merak ediyorum.

Bir diğer beğendiğim bölüm yine Ahmet'in yazdığı "Çocuk Bayramında Müsamere" bölümü. Bu bölümde gülerken gözümden yaş geldiği de oldu.

Şimdiki Çocuklar Harika'yı önce kendiniz sonra da çocuklarınıza okutmalısınız. Henüz okuyamıyorlarsa onlara okuyarak eğlenceli bir akşam geçirebilirsiniz.


26 Ocak 2017 Perşembe

İçimizdeki Şeytan'dan 7 Alıntı


Bu kitabın ne kadar anlamlı ne kadar içten olduğunu kelimelere dökmekte zorlandım. Bu sebeple okurken altını çizdiğim yerleri burada paylaşarak aktarmayı doğru buldum. İşte size bana göre anlamlı 7 alıntı...

1. Bir insanı kendisi kadar, kendi düşünceleri, dertleri, korkuları ve noksanları kadar ne meşgul edebilirdi?

2. Sizi kendim kadar tanıyorum... Bundan daha büyük zırva olur mu? Kendimi ne kadar tanıyorum ki?...

3. Dünyaya hükmetmeye hazırlanıyormuş!  Dünya kim?.. Benden başka dünya var mı? Herkesin bir tek dünyası vardır, o da kendisi... Üst tarafı ile alakadar olmaya bile değmez...

4. Bir insanın bilgisi, düşünceleri, mantığı, ahlakı hulasa her şeyiyle bir kül olduğunu henüz anlayan yok. Bu muhtelif taraflar bir insanda ne kadar ayrı çehre gösterirse göstersin, bir noktada birleşir ve bir ahenk vücuda getirirler. (kül:bütün)

5. İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir. Bende bu fena cevher fazla miktarda mevcutmuş. Belki herkeste var... Fakat insan olan onu söküp atmasını, yahut boğmasını biliyor... Dokunmadan bırakmak, bir gün başını kaldırmasına meydan vermek olur...


6. İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulunü bulmuştum. Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var... Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üzerindeki tesirlerde arıyoruz.

7. Adam olmak değil, enteresan olmak; bir şey yapmak değil, bir şey yapanlara istihfafla bakacak bir yere çıkmak istiyordum... (istihfaf:küçümseyerek)


23 Ocak 2017 Pazartesi

Konstantiniye Oteli

Bir Zülfü Livaneli romanı. Konstantiniyye Oteli.  Bizans sarayı kalıntılarının üzerine kurulmuş bir otelin açılışında yolları kesişen siyasetçiler, sosyetenin önde gelenleri,yazarlar, bilim adamları, garsonlar ve daha bir çok insanın hayatından bir kesit... Asıl sürpriz İstanbul'un yüzyıllardır yer altında yatan yazarları, padişahları, imparatorları da davete uğruyorlar... Tabi bunların yanında bir de aşk hikayesi Livaneli romanlarının olmazsa olmazı..

"...Hep aynı hikayeler. İktidar kavgası, servet tutkusu, zulüm, isyan, şehvet... Bunları duyunca gülüyoruz, çünkü her kuşak kendisini ölümsüz sanıyor, servet biriktiriyor, başa geçmeye çalışıyor. Diyelim ki başardı, imparator oldu;zengin oldu; en fazla beş on yılcık. Sonra milyonlarca sene burada..."

Bu satırlarda "burada" diye bahsettiği yer kabir yani yüzyıllardır kıyameti bekleyen ve bilinmeyen bir zamana kadar da bekleyecek olan ölülerimizin bulunduğu yer ve yine bilinmeyen bir zamanda yer üstünde duran bizlerin de eninde sonunda gideceği yer.

Kitapta beni bu satırlar gibi etkileyen yerler olduğu kadar yavan gelen bölümler de çok fazlaydı. Bir yere çok sevdiğiniz bir yemeği  yemek için büyük bir hevesle gidersiniz ama beklediğiniz tadı alamazsınız. Yemek aslında kötü de değildir ama alıştığınız, beklediğiniz tat değildir ya ben bu kitapta bu duyguyu yaşadım.

Ben Livaneli'nin kitaplarına, müziklerine, dilinden, kaleminden çıkan her şeye hayran kalan bir insanım. Konstantiniyye Oteli'ne de böyle bir heves ve heyecanla başladım ama ben de büyük bir hayal kırıklığı bıraktı.

Hikaye, kurgu çok başarılı ancak Zülfü Livaneli'nin daha güzel kitaplarını okudum ben. Bu kitap sanki çok aceleye gelmiş gibi bazı karakterler çok yüzeysel anlatılmıştı. Zaman zaman Livaneli'nin politikacı kimliği sanatçı kimliğinin önüne geçmiş hissettim. Bu cümlemden siyasi olarak farklı düşünüyorsundur da ondan seni rahatsız etmiştir demeyin lütfen çünkü siyasi olarak Livaneli'den çok da uzakta değilim. Sadece sayfa aralarında Zülfü Livaneli'nin sanatçı tarafıyla daha çok karşılaşmayı
isterdim.

Fikir olarak uyuşsam da uyuşmasam da yazarlarımızdan, sanatçılarımızdan ben daha birleştirici olmalarını isterim. Ayrışmaya zaten bu kadar meraklıyken bizler; onlar bari hatırlatsın bizlere bir arada olmayı, farklılıklarımızı hoş görmeyi ve en önemlisi birbirimizi olduğu gibi kabul etmeyi.

Kitapta beni çok şaşırtan bir noktayı da buraya koymak istiyorum. Kitabın bir yerinde bir karakter BEŞ rekat sabah namazı kıldı ki üç beş  kere okudum aynı yeri. Baskı hatası mıdır; yazım hatası mıdır bilemiyorum ama bence ciddi bir hata... Hatta kendimi sorguladım sabah namazı 4 rekat değil miydi diye. Evet dört rekat... Umarım sonraki baskılarda düzeltilmiştir.

Bu kitap için müzik seçme konusunda hiç zorlanmadan kitaptan kopye çekerek aşağı iki link bırakıyorum. Livaneli sayesinde herkes gibi ben de Pachelbel ile tanışmış olmaktan çok mutluyum.




Keyifli okumalar...

Sevgiler...


17 Ocak 2017 Salı

SANTRANÇ


Bu kitap Dr. B'nin Santranç tutkusunu anlatmaktadır. Bu tutku kitabı bir solukta okumanız için size yetip artacaktır buna emin olabilirsiniz. 


Öykü New York'tan Buenos Aires'e hareket eden bir yolcu gemisinde geçmektedir. Dr. B'nin gemide oynanan bir santranç turnuvasına dahil olmasıyla psikolojik açıdan çalkantılı ruhu kendini dışa vurmaya başlar. Evet kabul ediyorum uzun oldu bu cümle, şöyle bir özet geçeyim.

Dr. B babasıyla birlikte Viyana'da bir hukuk bürosu işletmektedir. Büroda avukatlık yapmak yerine daha çok büyük manastırların hukuk danışmanlığını ve mali işlerini yürütmektedirler.  Büroda bir takım gizli görüşmeler ve mali işlemler yürütmeleri nedeniyle Hitler'in Viyana işgalinden sonra Dr. B tutuklanır.

Dr. B dış dünyaya tamamen kapalı bir odaya hapsedilir ve kimsenin kendisiyle konuşmadığı bir ortamda aylarca bulunmak zorunda kalır. Yani böyle bir boşluğa düşürülüp psikolojik bir baskı ile konuşturulması amaç edinilmiş aslında. Bir sorgu esnasında bir gardiyanın cebinden çaldığı santranç kitabı ile Dr. B bu sıkıcılıktan kurtulmayı başarır . Artık tek meşgalesi bu kitap olur ve santranca dair bütün incelikleri öğrenip, kitabı bitirdikten sonra kendi kafasından hamleler ve bölümler üretmeye başlamıştır. Bu oyun artık bir tutkuya dönüşür ve ekmek kırıntıları ile oynadığı santrançta sinir krizleri geçirmeye başlamıştır. Yine bir kriz sırasında fenalaşır ve hastaneye kaldırılır ve bir doktor aracılığı ile hastaneden kaçmayı başarır.

Başta yazmış olduğum Dr. B  gemi yolculuğu sırasında dünyaca ünlü bir santranç şampiyonu olan Czentovic ile turnuvaya oturur. Oyunu bir kez galip bitirir ve ikinci turda ise sinir krizi nüksetmeye başlar ve oyunu yanlış bir hamle ile bırakır.  

Stefan Zweig bu kitabına Avrupa'nın o zaman içinde bulunduğu şartları da yansıtmıştır ve bu olumsuz şartlar altında Dr. B'nin nasıl psikolojik bir çıkmaza girip Santranç oyunu ile hayata sarıldığını görüyoruz. Santranç kitabı Stefan Zweig'in Brezilya'da sürgündeyken yazdığı son yapıtıdır. Kendi iç dünyasında ki karamsarlık ve Avupa'nın içinde bulunduğu duruma olan üzüntüsü onu intihara sürüklemiştir. Ve bu Santranç kitabını da  Şubat 1942 'de ki intiharından bir kaç ay önce tamamlamıştır...

Sevgiler, BNG.

6 Ocak 2017 Cuma

BİLİNÇLİ BEBEK

Taze anne olunca bebek-çocuk gelişimi kitaplarını elinden düşürmemeye başlıyor insan. Sanki anneliği, ebeveyn olmayı kitaplardan öğrenebilirmişiz gibi kitapçılarda, internette ne kadar kitap varsa okuma çabasına giriyoruz. 

Aletha J. Solter in ‘Bilinçli Bebek’ kitabı henüz oğlum doğmadan alıp okumaya başladığım kitaplardan biri. Genel olarak bebek ve bebek gelişimine bakış açısını sevdiğimi belirtmek isterim en başta ancak kitapta bulunan önerilerin pratikte uygulanabilirliği biraz sıkıntılı.

Kitap temel olarak dört varsayım üzerinde duruyor.
           ·         Bebekler neye ihtiyaç duyduklarını bilir.
           ·         Bebeklerin ihtiyaçları karşılanır ve incitilmezlerse bebekler zeki ve sevecen olur.
           ·         Yaşamın ilk yıllarındaki deneyimlerin ilerideki yıllardaki duygu ve davranış kalıpları üzerinde derin ve kalıcı etkileri vardır.
           ·         Bebeklerin stres ve travmanın birçok etkisinden kurtulma yetenekleri vardır. (syf 20)

Şimdi bu dört maddeyi okuyunca yanlış hiç bir şey yok. İlk yıllar elbette çok önemli ve bir insanın hayatını şekillendiren yıllar. Elbette ihtiyaçları karşılanan bebek sevecen olur ama bu işin zor kısmı bu teoride bilinen gerçeklerin uygulanabilirliği.

Kitabın genelinde geçen mevzu bebeğiniz ağladığında panik olmayın, ağlamak da bir ihtiyaçtır ve bebeklerin de stresi vardır. Ağlayarak stres atarlar.  Amma velakin mesele bebeğimizin stresten ağlaması ile bir sıkıntıdan kaynaklı ağlamasını nasıl ayırt edeceğiz. Biz tecrübesiz anneler için riskli bir durum. Strestir bırakayım ağlasın rahatlasın derken belki bebeğimizin bir sorununu anlayamamış olabiliriz.

Bebek büyüdükçe aranızdaki bağ kuvvetleniyor, artık birbirinizi tanımaya başlıyorsunuz. Tecrübelendikçe neden ağladığını çözmeye başlıyorsunuz ama ilk aylarda, özellikle o çok ağladığı dönemlerde bu bence imkansız. Gaz olabilir, açlık olabilir, bir yeri ağrıyor olabilir daha fenası kolik olabilir ki gerçekten çözemediğim bir mevzu. Bir bebek neden kolik olur? Tedavisi nedir? Tam anlamıyla cevaplanamayan sorular. Doktorlar bile kesin çözüm sunamıyorlar maalesef. Belki denemeniz için bir takım öneriler sunuyorlar ama tam anlamıyla düzeltmiyor. Hafifletiyordur sadece.

Yazarın hoşuma giden düşüncelerinden biri bebeğinizi kucağınıza almaktan çekinmeyin. Kucağa alışır ya da şımarır olgusunu çöpe atmamızı istiyor. Çünkü bu kadar küçük bir bebek henüz bunları bilmiyordur. İhtiyacı kadar kucak ya da sarılma istiyordur. Ben bebeğimi bol bol kucağımda taşıdım. Hatta uyudu indirmedim. İlk üç ay bunun tadını çıkarmakta fayda var. Özellikle prematüre bebeklerin gelişiminde anne kokusunun önemi doktorlarca da çok fazla vurgulanan bir mevzu.

Bu süreçte yerli yabancı bir çok kaynak edindim. Bir yerden sonra anlatılanların hepsi birbirine benzemeye başladı diyebilirim. Sonuç olarak mevzu aynı. “Bebek”  Sorunların ve çözümlerinin de birbirine benzemesi kaçınılmaz aslında ama okudukça, başka annelerin de sizle benzer süreçlerden geçtiğini görünce sakin kalmayı öğreniyorsunuz. Çocuk yetiştirmenin en zor kısımlarından biri bu bence sakin olabilmek. Panik yapmadan o an yaşadığınız problemin  de tıpkı diğerleri gibi geçeceğini düşünmek.

Pachelbel den Canon in D 'nin piyano versiyonunun linkini de buraya koyuyorum ki sıkıntılı anlarda bebeğinize ve size yardımcı olabileceğini düşündüm.



Keyifli okumalar.



2 Ocak 2017 Pazartesi

MEMLEKETİ KURTARIRSA MİZAH KURTARIR


Bugünkü kitabımız 2016’nın mizahta en çok satan kitabı:  Memleketi Ben Kurtaracağım , Gülse Birsel

Ülke olarak 2016’dan kurtulduk 2017 güzel geçsin diye dilekler dilerken 2017 sabahına çok kötü haberlerle uyandık. Ülkece geçtim mizahı tebessümü bile unutmak üzereyiz ancak toparlanmak, çok çalışmak ve üretmek zorundayız. Bu süreçten kurtulmanın başka yolu maalesef yok.

Tam da bu sıralarda biraz nefes almak, ağlanacak  halimize bir de mizahın gözünden bakmak isterseniz bu kitap tam sizlik.Gülse Birsel’in köşe yazılarından derlenmiş bir kitabı. Gülse Birsel’i okumaktan zaten keyif alanlardansanız, bu kitabı da seveceksiniz. Alıştığımız keyifli dili ve anlatımı evde geçirilmek istenen bir hafta sonunuzu keyiflendirecek, ülke sorunlarına biraz da gülmenizi sağlayacaktır.

Arka Kapak :
Bu kitapta, hem ülkeyi yönetmeye talip olduğum bazı siyasi yazılar, hem de politikayla hiiiç ilgisi olmayan makaleler bulacaksınız.
Misal ilk bölümde otobiyografimi kaleme aldım. Henüz genç bir kız olduğum için 7 yazıda bitti. Gülecek bir şey yok, daha bir espri yapmadım! 
Kitapta ayrıca, diyetten antidepresanlara, astrolojiden sosyal medyayı nasıl kullanmanız gerektiğine, pek çok anekdot ve tavsiyem var. O bölüme bir kişisel gelişim kitabı muamelesi yapabilirsiniz. Yazıları dikkatle okuyup, benim yaptıklarımı asla yapmazsanız, kişisel olarak gelişeceğinize inanıyorum.
Ama çok da fazla gelişmeyin. Madonna vücut geliştireyim dedi, kolları ne oldu gördünüz...
Yani ismine aldanıp sadece siyaset okumak için kitabı alan ve şu an iade etmeye karar verenler, paranızı geri vermeyeceğiz!
Yedim bile ben o parayı! Simitle üçgen peynir aldım, yedim.
Paranızı değil, ama ülkenin hali yüzünden kaybettiğiniz kahkahanızı geri verebilirim belki. Ümidim o.
Milletçe ortak üst kimliğimizin bir huni olabileceği, kafayı sıyırdığımız şu dönemde, bir iddiam var: Kapaktaki cankurtaran üniformalı temsili fotoğrafımın da anlattığı gibi, memleketi ben kurtarabilirim! En azından denerim. Durumumuz daha iyi olur mu, bilmiyorum. Ama daha kötü olamaz diye düşünüyorum! En azından acık güleriz be? Ha?


Yeni yılda daha umutlu günler ve keyifli okumalar dilerim.

Sevgiler...