“1984, Orwell’in sanatının tacıdır ve kuşku götürmez
biçimde, dikenlerden oluşmuş taçtır bu. “
E.M. FORSTER
…
George Orwel’in 62 dilde
yayımlanan başyapıtı “Bin Dokuz Yüz
Seksen Dört” distopik bir evrende
geçmektedir. Distopik, ütopyanın anti-tezi olarak tanımlanır ve ‘kötü bir
yer’ anlamına gelir. Bu kitapta bir
korku imparatorluğu yaratılmıştır. Sessiz isyanınızı, çaresizliğinizi,
korkularınızı içeren, iki artı ikiye dört demenin bile özgür olmadığı bir
devlet düzeni kurulmuş. İzin verin bu
düzeni anlatmaya çalışayım.
“SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
BİLGİSİZLİK KUVVETTİR”
Kavramların size asıl anlamı
dışında öğretildiği, en yakınınız olan ailenizin bile sizi ispiyonladığı, bir
tele-ekran aracılığı ile günlük yaşantınızın her anının izlendiğini ve
mimiklerinizin dahi kontrol edildiği bir dünya düşünün…
Kitapta Londra’da “Okyanusya” adının verildiği baskıcı bir
devletten söz edilir. Bu devlet baskıcı
bir yönetime sahiptir, bir parti ve diktatör tarafından yönetilir. Büyük Birader
denilen bu diktatör halka bir tele-ekrandan seslenir, kimi zaman korkutur kimi
zaman devletin durumunu coşkusal veba içinde olan halka anlatır.
Partinin amacı tüm insani
duyguları yok etmek ve iktidarı her şekilde elinde tutabilmektir. Zaten iktidar
olma amacı dediğin şey insani duyguları içinde nasıl barındırır ki?
Partinin kurallarına göre
düşünce, özgürlük, adalet, aşk, dostluk gibi kısaca tüm insani duygular
yasaktır. Düşünceler düşünce polisi
tarafından takiptedir, mimikleriniz bile ne düşündüğünüzü anlamak için kontrol
edilir. Parti üyeleri arasında aşk evliliği kesinlikle yasaktır, bireyler
sadece çocuk yapıp partinin devamlılığını sağlamak için evlendirilirler. Çünkü
bireyler arasındaki duygusal bağ ne kadar zayıflatılırsa, kontrol mekanizması o
kadar sorunsuz işler.
Partinin bir diğer kuralı ise
geçmişe hiçbir iz bırakmamaktır. Bu sayede bugün söylenen sözler veya yapılan
işler, yarın sanki hiç olmamış ve hiç yapılmamış gibi gösterilebilir. Kitaptan
örnek verecek olursam Okyanusya, Avrasya
ile savaşta olduğunu, Doğu Asya devleti ile müttefik olduğunu duyururken, dört
sene sonrasında Doğu Asya ile savaşıp, Avrasya ile müttefik olduğunu duyurması
aradaki kopukluğun en açık göstergesidir.
Bunu başarmasının yolu da eski gazete, dergi ve kısaca tüm yayım
araçlarının arşiv dairesince partinin bu günkü durumuna göre tekrar tekrar
uyarlamasıdır.
Winston Smith arşiv dairesinde
çalışan ve koca kitapta olayların farkına varan tek babayiğittir. Düşünmeye ve
yazmaya başlar bu da beraberinde başkaldırıyı getirir. Parti çalışanlarından
biri olan Julia ile duygusal bir ilişki içine girer ve olaylar bunun sonrasında
gelişir.
Kısaca toparlayacak olursam
“1984” bir devletin, iktidarın, kendi halkını nasıl ezdiğini, aşağıladığını,
korkutup yok saydığını anlatır. Kitabı okurken bir iktidarın, toplumu insani
duygulardan yoksun bırakıp nasıl iktidarda kaldığını, korkuyu ve baskıyı nasıl
bu şekilde etkili kullanabildiğine hayret etmedim değil.
Ayrıca kitapta günümüzle karşılaştırdığım ve benzer bulduğum pek çok
nokta var. Bana göre bizde korku imparatorluklarının kök saldığı bir dünyada
yaşıyoruz aslında. Hatta kitaba göre daha korkunç bile olabilir. Her gün
insanların sebepsiz yere öldüğü, öldürüldüğü,
ucu bucağı görünmeyen fakirliğin, işsizliğin olduğu, insanların
düşüncelerinden ve yazdıklarından dolayı tutuklandığı, cinsiyet, ırk, din ve
mezhep ayrımcılığının yapıldığı, toprak kavgası ve hatta petrol kavgasının
olduğu bir dünyada yaşamıyor muyuz biz? Peki ya neden toplum bunca şeye gözünü
kapatıyor diye soruyor insan.
“ Kitleler asla, yalnızca
ezildikleri için, kendiliklerinden başkaldırmazlar. Kendilerine karşılaştırma
yapabilecekleri ölçüler verilmedikçe, ezildiklerinin bilincine
varamazlar.”
Bu satırları okuyunca bu soruya
şöyle cevap buldum; belki de kitleler gözünü kapatmıyor, kitlelerin gözü
kapatılıyor. Kitapta da en başından beri devam eden savaş halinin nedeni toplum
psikolojisinin istenilen düzeyde tutulması değil miydi? Düşünsenize aslında
dünya da hiç savaş yok ama iktidar güç uğruna toplumu hep bu psikolojide
tutsun, toplum da sığınacak liman diye var olan iktidarı görsün.
Bir de insanlara gerçek anlamda özgürlüğün
verildiğini düşünün. Sadece birbirlerinin sınırlarını gözeterek
kullanabilecekleri bir özgürlükten bahsediyorum. İstediklerini yazıp, çizip
söylemelerinden bahsediyorum.
“ Özgürlük iki kere ikinin dört
ettiğini söyleyebilmektir. Eğer buna izin verilirse, gerisi kendiliğinden
gelir.”
Yani eğer bir umut varsa özgürce
düşünüp yazabilenlerde…